Taş döşeli yollardan şakırtılı at arabalarının gelip geçtiği
demlerde Tokat bir dağ içindeyken, gülü bardağı içindeyken, yüzü kaleye bakan
ahşap evlerden birinin şenliğiydi Hediye, üç eteği sırma işleme, başı Tokat işi
yazmalı, yazmasının ucu pembe oyalı. Endamı fidandan narince, boyu gül ağacı
misali küçücük, alımlı, edalı bir kızcağız.
Kınalı Kazova üzümlerinin toplanıp pekmez yapıldığı aylarda Tahtaoba
Köyü'nün saygın ailelerinden birinin oğlu Hüseyin görüverdi onu. Tenhada
buluştular, iki gencin yüreği birbirine ısındı.
Çok geçmedi aradan, Tahtaoba'dan dünürcüler geldi Hediye kızın evine. Köy
ağası babanın biricik oğlu Hüseyine'e istediler onu. ''Yaşı küçücük ''dedi
anası ''Baba ekmeği yemedi doyuncaya dek''. Ekleyeceklerini söyledi oğlan
tarafı. ''Bizim oğlumuzda yeni yetme...Söz edelim, aht verelim, bakleyelim.
Gül yanaklı Hediye bu yaz gelinimiz olur.''
Tez büyür kuzu misali, kız kısmının da yuvadan kuş misali kanatlanıp tez
uçanı makbuldür. Hele talibi Tahtaoba'nın efendilerindense, bol haneye geln
gidecekse, anasının babasının adını saydıracaksa fırsat kaçırılmaz. ''oldu''
dedi büyükleri. Hediyenin ak ellerini bu bahar kınalayacaklardı. Madem insan
evladıydı isteyen, hayır işte acele etmek en güzeliydi. Verdiler Hediye'yi
bıyıkları yeni terlemiş Hüseyin'e. Şerbetini içtiler, sözünü kestiler.
Tahtaoba'nın ağası koçlar kurban etti. Hüseyin, endazesi on yedi kuruşa mor
kadifeden fistanlık kumaş aldı Hediye'ye. İpek bürüğe bürüdüler genç kızı,
boynuna gümüş hamaylılar, alnına Hamidiye paralar taktılar. Bakır tepsilerin
arkasını tıkırdatarak oynadı kadınlar.
Kış geçmeden yaprak küpleri basıldı. Erik ezmeleri, tarhanalar, sebze
kuruları, bulgurlar, setikler, yarmalar hazırlandı. Bahar başında toplanıp
yazıda kurutulmuş madımaklar çıkınlandı. Kasım yağmurları Yeşilırmak'ı
coşturmadan tahtaları kararmış ahşap evlerin dış kapıları kapatıldı. Baba
evinde artık misafir muamelesi gören Hediye çeyiz teleşına düştü. Kafesli
pencerenin önündeki sedirde oturup yoldan geçen herkesi ''Belki
Hüseyin'dir'' ümidiyle süzerek küçücük ellerinin ak parmaklarındaki iğne
ile al yazmaları, kara yazmaları renk renk, çiçek çiçek oya ile çevirdi.
Ayvalar toplanırken ayıldı haber. Ateş düşmedik ocak bırakmayan seferberlik
memleketin her köşesinden yine delikanlıları istiyordu. Bu kez yaşı on
sekize değmiş delikanlılarda... Şehirden şehire, köyden köye haber uçuruldu.
Sırtını kayalara dayamış Tokat'da titredi bu havadisle. Bin üç yüz on beş
doğumlular kışlada toplanacaklar. Karayağız Türkmen delikanlıları kalktı
geldi, zıpkalı Karadeniz uşakları beşer onar gruplar halinde akın etti çevre
köylerden, kimini Çanakkele'ye yazdılar,kimini Filistin'e, kimini Yemen'e.
Gözü yaşlı duacı analarla sabırlı yavuklular kaldı geride. Ardından bir
maşrapa şu döktükleri delikanlıları için yanaklarından süzülen yaşlarını
yazmalarının ucundaki gül oyalarına sildiler. Geride kalan kalbi kırık
yavuklular içlerindeki yangını türkü yaptı. On sekizlik yiğitlerin ardından
ağlayarak söylediler.
Hey onbeşli onbeşli
Tokat yolları taşlı
Onbeşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı.
Tahtaoba Köyü'nden bölüğe çağırılan gençlerin arasında Bey Hüseyin'de
vardı. Al atını topuklayıp ayrıldı köyünden yaşıtlarıyla birlikte. Tokat'ta
Örtmeliönü'ndeki kararmış tahtalarla kaplı evciğinin kapısını çaldı önce.
Sözlüsünün ana babsının elini öptü. Göz ucuyla baktı utançtan yüzü kızaran
Hediye'ye. ''Vatan borcu ödeme zamanı, sağlıcakla kalın. Dua edin
çocuklarınız için. Döner gelirsem ahtımdayım. Çift davullar çaldırıp toy
yaparım.'' dedi onalra. Sonra helallik dileyip ayrıldı Hediye'nin evinden.
Başını çevirip tekrar tekrar ardına bakarak sürdü atını.
Gidiyom gidemiyom
Seni terk edemiyom
Sevdiğim pek küçücük
Koyupta gidemiyom.
Boynunu büküp asker yolu bekleyen bir sürü genç kızdan biriydi artık Hediye.
Her gece dua ederek baş koyduğu yastığını sabaha kadar gözyaşlarıyla
ıslattı. Günleri saya saya, aylar sonra yerine varabilen sarı zarfların
içinden bir hayır haber alma ümidiyle bekleyerek geçirdi mevsimleri.
Hasretini nakış nakış döktü iğne oyalarına, dantel perdelere, kilim
tezgahlarında dokunan cecimlere. Tokat'ın çıplak dağlarını bembeyaz karlar
örttü önce, sonra karlar çağıl çağıl eridi, kuru ağaçlar canlandı,
tomurcuklandı, yapraklandı. Asmalar gözyaşı gibi salkım üzümlendi. Kah
Batmantaş Köyü'ne bir ateş koru gibi kara haber düştü, kah Yatmış'a, kah
Hampınar'a Salavatlarla uğurladıkları delikanlılarının toprağa düştüğü
haberini alan kara bahtlı analar, kara çatkılı yavuklular, dul kalan tazeler
maşrapalarla su döküp ıslattıkları kapı önlerini gözyaşlarıyla suladılar.
Memlekette yangın düşmedik ocak kalmadı. Eli yüreğinde uyandı her sabah
Hediye. Komşu kadınlara rüyalarını tabir ettirdi. Mahsun mahsun yollara bakıp
bir haber bekledi karayağız Hüseyin'inden, uçup giden turnalardan haber
umdu. Sabah esen serin rüzgara selam asıp yolladı. Çok mu uzktı Yemen
dedikleri yer, şu çıplak dağların ardına gitse bulurmuydu yarini? Buluverse
al kanlı yarelerini sarar mıydı pembe çevirmeli ipek mendiliyle? Bekleyiş
derde dönüştü. Gelen her şehadet haberiyle kavuşma ümidi biraz daha kırıldı.
Analar, askere gitmiş babalarını soran bebelere ''Az kaldı, dönecek.'' derken
ciğerleri sızım sızım sızlar oldu. Seneler geçiverdi yüzlerde çizgi
bırakarak. Yiğitsiz kalmış evleri bekleyen köpekler yabancıya ürkmez olmuştu
artık. Dağlarda eşkıyalar peydahlandı. Asker kaçakları, arsızlar, hırsızlar
kol gezmeye başladı ortalıkta. Bir gün falanca köyden baskın haberi geldi,
bir gün filancı köyden. Para eder herşeyi toplamışlar, yiğidinin yasını
tutan taze gelinleri dağa kaldırmışlar, ıssıza çökertmişler. Hükümet
başedemiyormuş artık onlarla. Şehirlerde, kasabalarda kimse kimsenin
selamını almaz olmuş. Güven diye birşey kalmamış. Hediye'nin anasıyla babası
yanlarına çağırdı. Utana sıkıla açtılar endişelerini ona. ''Kara yazgılı
kızım, dört yaz bitti bir haber yok Tahtaobalı'lı Hüseyin'den. Böyle susup
beklemekle olmaz. Haberini alıyoruz nice yiğitlerde şehit olduğu halde evine
haber uçurulmazmış. Kim gitti de geri geldi ki bu Yemen denen ilden?
Devletimiz her gün il il geri çekilirmiş. Biz artık kocadık. Namusundan
endişeliyiz. Yama ustası Emin sana talip oluyor. Erkeğin yaşlısı olmaz, Emin
Efendi zengin bir tüccardır. Oğlu uşağı yok, koca evde bir fidai başın
olacak. Biz gitmenden yanayız. Git evini ocağını kur. Yuvanı bil sende. Dönüp
dönmeyeceği bilinmeyen bir sözlüyü beklemekle olmaz.'' Bahtsız Hediye yaşın
yaşın ağlayarak çıkardı parmağındaki söz yüzüğünü. Ana babasının isteğine
olmaz diyebilecek bir kız yok o zamanlar, kötü yazgısını kabullenip oturdu.
Birkaç hafta sonra sessiz bir törenle Dimorta hanı'nda yazmacılık yapan
altmışına gelmiş Emin Efendi'ye nikahladılar onu. Son güne kadar Hüseyin'in
döndü, haberini alma ümidiyle bekledi kızcağız, türküler mırıldanıp pencere
kafeslerinin önünde ağladı, ağladı.
Gidiyom işte bende
Bir arzum kaldı sende
Ayva olup sarardım
Din iman yok mu sende
Çifte davullu hayallerine yandı Hediye. Gelin kınası görmemiş küçücük
elleriyle sildi göz yaşlarını. Bir kaç kez görüp yüreğine nakşettiği
Hüseyin'in yasını tutmasına fırsat olmadan, kızıl işlemeli bindallı giymeden
gelin olup Emin Efendi'nin evine girdi.
Tokat bezlerine tahta kapılarla desen vuran yazma ustalarındandı Emin
Efendi. Uzun beyaz sakallı, yün papaklı, vaktinden önce çökmüş bir koca
esnaftı. Yamru yumru elleriyle yazma desenledikten sonra Meydan Cami'sinde
namazını eda etmeden evine gelmeyen bir yalnız adam... Önceki evliliğinden
olan çocuklarının her birinin şehitlik haberi gelmişti çeşitli cephelerden.
Değil Hediye kızın tazeliğini, dünyayı hediye verseler içinde ölen yaşama
sevinci dirilesi değildi. Hediye kız bu kocamış erin vakitsiz ayazlarla
çiçekleri dökülmüş bir kiraz ağacı gibi mahsun kederli Hediye kadın olup
çıkıverdi.
''Hayalde gör düşte gör, hele bir de düş de gör'' demiş ya eskiler, insanın
işi bir kez ters gitmeye görsün nasıl da yağar başına belalar yağmur misali.
Yüzünü güzel yaratmıştı Mevla ama talihi kötüydü Hediye kızın. Yaşlı olsada
kadrini kıymetini bilen, başına kapak olan, namusuna sahip çıkan erini
Azrail alıp götürdü çok geçmeden. Daha evleneli bir yıl olmadan dul kaldı
Hediyecik. Aniden uçuverdi Emin Efendi.Bir öğle üzeri kapıyı çalan çırağı
''Yenge, Emin emmi öldü'' diye haber getirdiği zaman felaketi ir çığlıkla
karşıladı. Tokat'ın örfüydü ya cenazeyi hemen hazırlayıp bekletmeden
defnettiler. Vakitsiz açılan güllere döndü Hediye. Tazecik yüzünü zamansız
soldurdu kötü kaderi. Şad olup gülmeden yas bağladı, gelinlik giymeden dul
kaldı, çiçek açmadan hazan olmuş dallar misali yeşillerden allardan soyunup
karalara büründü. Tokat'ın orta yerinde Yeşilırmak çağıl çağıl akarken,
Hediye kadın akıtıp oturdu köşesinde.
Ölüm acısı geçip yasını unutmadan yalnızlıkla baş başa kaldı bahtsız kız.
Emin Efendi'nin malının mülkünün idare edilmesi gerekliydi. Yaşlı adamın
bıraktığı çarkı tek başına çevirmeliydi. Yuvasını bırakıp baba evine dönse
evini ocağını ne yapacak? İyi kötü benimsemişti yeni hayatını, hem baba
evine sığamadığı için evlendirmemişler miydi onu. Kocasından kalan malın
mülkün icarıyla geçinip giderdi. İbadet edip ölümü beklemekti bundan sonra
ona düşen.
Ne Hak'tan, ne hükümetten korkusu kalmamıştı azgın çeteler komadı Hediye'yi
yasıyla başbaşa. Şehrin kıyısında koskoca konakta tek başına yaşayan bu taze
dulda çokça para olmalıydı. Hem kimi kimsesi yok. Koruyanı sahip çıkanı
bulunmayan bu kadıncağızın malına mülküne el koymak kolaydı. Ay karanlık bir
gecede koca evin çift kanatlı kapısının önüne vardılar. Bakır tokmağını
tıklattılar yavaşça. Masum kadın kapıyı açmaya korkunca omuzladılar hep
beraber. İçeri daldılar azgın kurt sürüsü misali, sepet sandık dağıttılar,
feryadına çığlığına kulak vermeyip sırladılar Hediye'yi.Hoyrat eller dağdan
dağa dolaştırdılar onu. Zorla sahip oldular, kirli elleriyle birbirine
sundular, kalaylı siniler üzerine çıkartıp el çırparak oynattılar. Nice
zaman sonra gönülleri geçti kızdan, bastıkları başka köylerden başka
talihsiz tazeleri görünce bir sabah atın arkasına atıp Tokat'a getirdiler
onu. Tan yeri kırmızı bir utanç içindeyken sabah namazında dönen yaşlılar
kaldırıma düşmüş bir kız buldular. Üstü başı yırtılmış ağlayan biçarenin
başına toplanıp konuştular da bir el uzatıp ''Kalk'' demediler.
Tokat yolu kaldırım
Düştüm beni kaldırın
Sevdiğimin uğruna
Vurun beni öldürün
Hediye'nin adı kötü kadına çıktı gayri.
Yemen'den Çanakkale'ye nice kez ciğer delici kurşunlara uğrayıp, ihaneti,
zulumeti, açlığı, hastalığı yaşayıp da geri dönen olur mu?... Hak Teala
kulun alnına ölümü yazmayınca olur işte. Gözü yaşlı Anadolu'nun ''Giden
gelmiyor'' diye türküler yaktığı cephelerde kah vuruşarak, kah esir düşerek
seneler geçiren Hüseyin dağın, taşın çiçeğe büründüğü bir bahar başında
çıkıp geliverdi memleketine. Tahtaoba'dan savaşa yollanmış bin üç yüz on beş
doğumlu yirmi delikanlıdan bir o sağ kalmıştı. Yüzü yaylaya bakan, içinden
boz bulanık seller akan köyün girişinde madımak toplamaya koyulmuş tazaler
tanıyamadı bu hırpani kılıklı adamı, köpekler seğirtti üzerine. ''Benim ben!
Memleket aşırı diyarlara gönderdiğiniz Hüseyin'im ben. Hak alnıma yaşa
yazmış, kaderde size kavuşmak varmış, döndüm... Emmi, dayı kızları, yad el
değil bu gelen. Bey oğlu Hüseyin'im ben.'' Köyün genci yaşlısı kuşattı
çevresini, boynuna boğazına sarıldılar. Ardına düşüp evine götürdüler onu.
Yolun otu çiçeği sarıldı yorgun ayaklarına. Ağsıvayla sıvanmış bahçe
duvarının önünde yabancı bir erkeği görünce yaşmaklanacak oldu... Hüseyin'in
anası. Sonra sekiz yıldır ağlaya ağlaya ferifi tükettiği gözlerinden çok
yüreğiyle tanıdı oğlunu. Kollarını açıp ''Oğlum'' diye inledi. Tahtaoba
Köyü şenliği durdu o gün. Savaşa yolladıkları yirmi civanın yerine geriye
dönen bu bitkin genç için toy vuruldu, düğün kuruldu, kurbanlar kesildi.
Anası başındaki kahır kasnağını çıkardı. Seferberliğe giden de geri gelirmiş
demek...
Bekledi Hüseyin. Susup bekledi birilerinin Hediye'den bahsetmesini. Ne
anası, ne bacısı adını anmadı gelinlerinin. ''Yoksa ahtını bozup kocaya mı
verdiler sözlümü ? diye bir kuruntu zihnini yakıp geçti. Olamazdı ama aht
vardı ortada. Hem ailesi verecek olsa da yavuklusu çiğnemezdi yar hatırını.
Dayanamadı, töreyi bozup sordu sonunda.
-Ana Hediye'm nasıl?
Gözlerini oğlundan kaçırıp başını iki yana salladı anası. Birilerine
ilenerek döğündü.
-Hediye'yi sorma oğul, kız kısmı bunca sene duru mu? Uçurdular yuvadan,
alıcı kuşlar kaptı onu.
Anlayamadı Hüseyin. Söz vermişti ana babası, nasıl uçururlardı yuvadan.
Anasının ağzından daha fazlaca gidemedi ama bin bir türlü kuruntuyla geçirdi
geceyi. Sabah Tokat'a giden at arabasına binip Örtmeliönü'ndeki ahşap evin
önüne geldi. Kalbi pıtır pıtır atarak sekiz yıldır kavuşmayı düşlediği
yavuklusunun evini seğirtti uzaktan. İşte çoğu şey bıraktığı gibi duruyor.
Gözeler şırıldıyor yol ortasındaki arktan. Hediye'nin bahçesinde kirazlarda
çiçek açmış. Evin kafesli penceresinden yavuklusu onu seğrediyor belkide.
Siyah perçemleri lal yanağını gölgeliyordur. Öyleyse ne demek istemişti
anası. Bakır kapı halkasını vurdu elleri titreyerek. İçeride ses soluk yok,
bir daha denedi, yine cevap veren olmadı. Geri çekilip pencerelere baktı,
kimsecikler görünmüyordu. Karşı evin önünde kendisini seğreden bir adama
sordu,
- Evdekiler nerede?
- O evdekiler buradan ayrılalı çok oluyor.
- Nereye gittiler ki?
- Geyras'ta bir çiftliğe.
- Ya Hediye
- Hediye'ye ne olduğunu bilmeyen mi var Tokat'ta. Kötü yola düştüydü yosma.
El elinde eğlence olduydu. Laf söz ettiler çevreden. Gözümle görmedim ama
birileri alıp, götürüyormuş bazan. Ana babası utancından terk etti buraları
zaten. Hediye'de alıp başını gitti. Dedikoduya dayanamadı dediler. Hatta
giderken söylediği mani kızların dilinde.
Gidiyom elinizden
Kurtulam dilinizden
Yeşil baş ördek olsam
Su içmem gölünüzden
Can alıcı kurşunlara uğradığında bu kadar yıkılmamıştı Hüseyin. Er başına iş
gelir demiş ya atalar, böylesi işte gelirmiş demek. Eli ayağı kesiliverirmiş
insanın, yıldırım çarpmışçasına yanarmış demek. Karşısındaki adamın
anlattıklarını duymuyordu artık. Sekiz yıldır yüreğinde muhabbetini
sakladığı, uğrun uğrun hasret çektiği yavuklusunun sesi kulaklarında
çınlıyordu. Vedalaşmaya geldiğinde pencerede beliren gölgeyle hatırlıyordu
onu. Cephede üzerine top mermisi düşüp parçalanan dostları geldi gözlerinin
önüne. O mahşerin içindeyken bile ölümü istemeyen delikanlı bir haberle
ölüden beter hale gelirmiş demek.
Ah dönmez olaydım sılaya. Başımın üzerinde vızıldayan kurşunlardan biri
yüreğimi parçalasaydı keşke. Canlı canlı kumlara gömülen dostlarımın içinde
bende olsaydım. Geri dönmeye sevinmek ne gafletmiş meğer, diye inledi.
Ardını döndü konuştuğu adama. Yedi düvel düşmanın yıkamadığı yiğit, omuzları
düşmüş bir şekilde döndü köyüne.
Aslan yarim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sende dolan gel beriye
Fistan aldım endazesi on yediye
Az mı geldi gönderdiğim hediye
Bundan böyle Hüseyin'e bahtsız yiğit dediler.''Sevdiceği hoyrat ellerde
dolaşırmış, yarine haram olmuş.'' dediler. Örtmeliönü'nün nazlı güzeli, yüzü
hiç gülmeyen bir kadın olmuş. Sekiz yıldır hasretini çeken yavuklusu kan
kusar olmuş da yabanın destursuzu safasını sürermiş. Aldı başını gitti
Hüseyin. Hediye gibi onun nereye gittiğini bilen çıkmadı.
Bereketli elleriyle kızgın sac üzerinde çökelekli gözleme yapan reyhan
kokulu Türkmen kadınları bir türkü mırıldanır ki nağmesini duyan, mutlu
kızın türküsü sanır onu. Bilinmez ki dünyanın yedi köşesinde gök esin misali
tutam tutam biçilen Anadolu evlatlarının yasıdır anlatılan. Çok değil, iki
nesil önce al fistanlı bir yosma , çakır gözlerinden akan yaşı kına görmemiş
elinin tersiyle silip söylerdi bu türküyü. Irmaklar gibi çağıl çağıl ağlardı
söylerken. O da kayıplara karıştı Tokat'ın yitirdiği yağız yiğitlerle
beraber. Hac Dağı'nda yatan kırk kızlar kadar meçhul artık.
Üfleme ateşi sönmüş külleri oğul. Kabuk bağlamış yaraları kakşatma. Sus,
bilen olmasın Hediye'nin hikayesini. İçleri kıpır kıpır olarak ünlesin
kızlar. Varsın onu bir cilveli yosmanın türküsü sansınlar. Hangi yarayı
sarmadı zaman, hangi gözyaşı kurumadı toprağa düşünce? Yitirdiğimiz hangi
canın yası bizle kaldı ki? Kapat bu bahsi balam, ört kimsenin bilmediği
ayıbı. Hediye namuslu bir kadındı.
Cepheden dönen Hüseyin bir daha yavuklusunun yüzünü gördü mü bilmiyoruz.
Yahut bildiklerimizi söylememek belki en iyisi. Şuarası kesin ki onların
kara bahtını Tokat'ın ipek bürüklere bürünmüş fidanlara benzeyen kızlar
türkü yapıp söyledi. Tarihler yazmadı savaşa giden gençlerin geride
bıraktığı yüreği yaralı kızların acısını. Onların hatırasını yaşatacak
anıtlar dikilmedi hiçbir yere. kara sevdalı gençlerin her biri yaşadı,
kocadı, dünyayı terk etti ama halkın hafızası o felaket günlerinde solup
gitmiş gülleri canlı tuttu. O gün bu gündür Tokatlı bir güzele vurulana
derler ki;
Tokat bir dağ içinde
Gülü bardağ içinde
Tokat'tan yar sevenin
Yüreği yağ içinde.