Muhibbî

Cahile eylesem dilden nasihat  
Gûş verip birini tutmaz Efendi  
Âşık olan söyler Hak kelâmını  
Bir sözüne yalan katmaz Efendi  

Artvin’in ve Doğu Anadolu’nun en kuvvetli saz şairlerinden birisi olan Âşık Muhibbî, 1823 (h. 1239) yılında Erkinis (Demirkent) köyünde doğdu. Erkinis o yıllarda Oltu sancağının Tavusker kazasına bağlı bir köydü. Muhibbî’nin babası Gencalioğullarından Ali adlı bir demirci ustasıdır. Asıl adı Kaya Salih olan Muhibbî, babasının demirci dükkânında çalışıp, ona yardım eder, ayrıca çobanlık da yapardı. Okuma-yazması yoktu.


16-17 yaşına geldiğinde işlediği bir suçtan dolayı sancak merkezi Oltu’da hapse atıldı. Hapiste yatarken, bir gece rüyasında pîrler elinden bade içerek köyünün imamı Sabit Hoca’nın güzel kızı Esmahan’a âşık oldu ve Muhibbî mahlasını aldı. Sabah yanına gelen gardiyana gece rüyasında âşık olduğunu anlatıp, şu şiiri okuyarak, kendisini Paşa’ya götürmesini rica etti:

Ah efendim vakıf olsan derdime
Ne hallere düştüğüme kanarsın
N’olur izin çıksın gidem yurduma
Âşıklığı kolay iş mi sanarsın?

Pîrler geldi güzel meclis kuruldu
Sevdanın zinciri bana vuruldu
Bir canan elinden bade verildi
Dediler üç sene müddet yanarsın

Sale’ydim Muhibbî oldum bu gece*
Bilmezdim, ders verdi üç derviş hoca
Öğrendim onlardan bir-iki hece
Dediler bülbül tek güle konarsın


Muhibbî’nin bu durumu ve Paşa ile görüşme, derdini anlatma isteği Paşa’ya iletildi; Paşa da Muhibbî’yi huzuruna çağırdı. Muhibbî’nin söylediği şiirleri beğenen Süleyman Paşa, kefil bulması şartıyla serbest bırakacağını söyleyince, Muhibbî de kefil bulamayacağını söyleyip, Paşa’nın kendisine kefil olmasını rica ettiği şu şiiri söyledi:

Şanlı Paşam beni azat eyledin
Senden razı olsun Cenab-ı Mevlâ
İzin vermez isen hizmet ver görem
Kefil bulmak zordur bu aciz kula

Yoktur bir tarafa gidecek yolum
Kimsem yoktur, sade Allah vekilim
Beni bağışlayan olsun kefilim
Umarım sizlerden bir yardım ola

Kul Muhibbî dua kılar her zaman
Yine hapise at, elinde ferman
Pîrler ile bade veren Esmahan
Beni bekler Paşam, bakmaz mı yola?


Paşa, Muhibbî’nin bu sözleri üzerine onun kefilsiz serbest bırakılmasını, ancak köydeki hasımları bir kötülük eder düşüncesiyle hemen köyüne gönderilmeyip, bir müddet yanında kalmasını istedi. Ayrıca Muhibbî’ye bir saz temin edip, bir saz ustasını da ona saz çalmayı öğretmekle görevlendirdi.

Bu arada Esmahan’ın babası Sabit Hoca ölmüş, Esmahan, annesi ve iki abisiyle kalmıştı.  

Paşa, bir müddet sonra Muhibbî’ye izin verdi ve Muhibbî sazını omuzlayıp köyüne geldi. Epey zaman bu sırrını kimseye açmadı ama sonunda Esmahan’a âşık olduğu duyulup, köye yayıldı.

Muhibbî, bu köyden yetişen ilk âşıktı. Bu yüzden Muhibbî’nin saz çalıp, şiir-türkü söylemesi saza-söze meraklı köy halkının çok hoşuna gidiyordu. Köylü, Muhibbî’nin âşıklığını sınamak için Zelalet ve Ato Ustalarla karşılaşma yapmasını istediler. Zelalet Usta, Erzurum’lu bir kalaycı, Ato Usta ise Erzurum Ermenilerinden gezgin bir demirci idi. Bu ustalar her yıl köye gelir, bir müddet bu köyde çalışıp giderlerdi. İkisi de saz şairi olmayıp, ehl-i dil adamlardı. Bunlar Muhibbî’yi karşılarına alıp, soru sordular, imtihan ettiler. Bu imtihandan başarıyla çıkan Muhibbî’nin gerçek Hak âşığı olduğuna karar verdiler.

Esmahan’ın fakir bir âşıkla evlenmesine karşı çıkan abilerinin Esmahan’ı kendisine vermeyeceklerini anlayan Muhibbî, en sonunda Süleyman Paşa’ya gidip, ondan yardım istemeye karar verdi. Ve kalkıp Oltu’ya gitti. Paşa’nın huzuruna çıkıp, durumunu şu şiirle anlattı:

Sad rakipler meşveretin kurmuşlar
Yâri almak için benden efendim
Dolansam cihanı seyahat için
Görünür gözüme zindan efendim

Ağlayuben gözyaşımı silmişem
Etek öpüp hakipaya gelmişem
Adalet kânısın seni bilmişem
Umarım bir imdat senden efendim

Der Muhibbî ak üstünde kara yok
Rakiplerde bencileyin yara yok
Bakarım ki bu derdime çara yok
O zaman geçerim candan efendim


Paşa, bunun üzerine  Muhibbî’ye yardım etti ve Oltu beylerinden Mehmet Beyi bu işi halletmesi için görevlendirdi. Mehmet Bey, Esmahan’ın abilerine ve büyüklerine haber yollayıp, bu işin tatlılıkla halledilmesini, Esmahan’ı Muhibbî ile evlendirmelerini söyleyince, kızın abileri yumuşadılar ve evlenmelerine razı oldular.

Muhibbî, evlendikten sonra para kazanmak için gurbete çıktı ve İstanbul’a gitti. Bir müddet burada kaldıktan sonra köyüne döndü. Birkaç yıl sonra Esmahan hastalandı ve bu hastalıktan kurtulamayarak Hakk’ın rahmetine kavuştu. Muhibbî, 26 yaşında iken Elmas ve Ayşe adlı iki kızıyla başbaşa kaldı. Bundan dört yıl sonra da 30 yaşında iken Kars’ta, Kırım Savaşı diye de bilinen 1853-1855 Osmanlı-Rus Savaşına katıldı. Bu savaş üzerine şu şiiri söyledi:*  


Seferin ilk Cum’asında cengi meydan eyledik  
Yaş döküben ol kâfirden sahrayı kan eyledik  
Atuben çar köşemizden top ile kumbarayı  
Titredi canlar cesette zikr-i Subhan eyledik  

Gün ikindiye dek çektik mihnet-i cev-ü ceza  
Nizamî’yle top beraber yetişti imdat biza(e)  
Ya Muhammed çağrışuben sıdk ile kıldık gaza  
Otuz iki kâfiri hâk ile yeksan eyledik  

Hû çeküben emri Hakk’a cümlemiz olduk razı  
Sakladı ol Girdigâr’ım cümle beladan bizi  
Cem’ oldu asker-i İslâm vakit akşam namazı  
Cümlemizden sekiz şehit Hakk’a kurban eyledik  

Biri Arkunes’li Durak, ipti verdiler anı  
Biri İriset’li Cemal, cennete gitti canı  
Biri Kârşut’lu İsmail, kaşından aktı kanı  
Kazamızdan beş tanesin daha revan eyledik
(*)  

Der Muhibbî kalan ile gidenimiz bilmedik  
Türlü zahmet meşakatle bir gün olsun gülmedik  
Her başa geleni gördük birin noksan kılmadık  
Ceng-i meydan arasından böyle seyran eyledik.  


Muhibbî, Artvin’in Hod (Maden) köyünden Âşık Şamilî’ye ve Yusufeli’nin İphan (İnanlı) köyünden Âşık Mahirî’ye ustalık etti. Şamilî ile birlikte sazı omuzunda, doğudaki birçok köy ve kasabayı gezdi. Şamilî ve Muhibbî birlikte, Ermeni âşık Coşkunî ile karşılaşmada bulundular. Muhibbî, bu karşılaşmada Coşkunî’nin karşısına önce çırağı olan Şamilî’yi çıkardı. Şamilî, yaşça Muhibbî’den büyük olduğu için herkes Şamilî’yi usta zannediyordu. Karşılaşmada Coşkunî’nin sorduğu bir soruyu Şamilî cevaplayamayınca, Coşkuni, Şamilî’ye sözle sataştı, hakaret ve küfür etti.  Şamilî’de ustasının Muhibbî olduğunu söyleyerek yerini Muhibbî’ye bıraktı. Muhibbî, Coşkunî’nin bu sorusunu cevapladı ve bu sefer kendisi ona bir soru sordu. Coşkunî bu soruyu cevaplayamayınca Muhibbî de o kızgınlığıyla Coşkunî’ye ondan daha beter hakaret ve küfür  edip, onu meclis önünde rezil-rüsva etti. Coşkunî gibi usta bir âşığı mat eden Muhibbî’nin şöhreti giderek yayılmaya başladı. Ayrıca İdrakî ve Elfazî adlı âşıklarla da karşılaşmalar yapıp, onları da mat etti. Muhibbî’nin sazlı-sözlü aşk ve macera hikâyeleri düzdüğü bilinse de bunlardan hiçbirisi tespit edilememiştir.  

Muhibbî’nin gençlik yıllarında Yusufeli köylerini dolaştığı sırada rağbet  gördüğü köyleri övdüğü, memnun kalmadığı köyleri ise yerdiği çok uzun bir destanı vardır. Fakat bu destan yazılı olarak günümüze ulaşmamıştır. Kimi dörtlükleri bilinmekle birlikte çoğu unutulmuştur. Zor köylü Âşık Keşfî, 13-14 yaşlarında iken şairliğe merak salmıştı. Erkinis’e gidip, Muhibbî’den bu destanını yazdırmasını istemiş, Muhibbî de kimi yerleri müstehcen olan, küfür ve hakaretler içeren bu destanını, kendinden sonra geriye kalmasını istemediği için yazdırmamış, onun yerine Hazret-i Adem’den beri gelmiş geçmiş peygamberleri anlatan 120 kıtalık bir destan yazdırmış. Fakat bu destanı da I. Dünya Savaşı sırasında Keşfî’nin kimi şiirleriyle beraber kaybolmuştur. Asıl adı Mustafa olan Keşfî, bu ziyareti sırasında Muhibbî’den kendisine bir mahlas takmasını ister, Muhibbî de onun şiire, şairliğe olan merakı nedeniyle “Keşfî” mahlasını takar.  

Bir ara Erzurum tekkelerine devam edip, Nakşibendi tarîkatına girmiş, ömrünün son yıllarını sürekli ibadet etmekle geçirmişti.  

Muhibbî, 1868 senesinde köyünde hasta olmuştu. Yatarken, deyişlerini ve yeniden söyleyeceği bazı parçaları bir araya yazdırmak için yanına bir okur-yazarın gelmesini arzu etmişse de o tarihte okur-yazar adam bulunmadığından bu isteği yerine getirilemedi. Hastalığı sırasında şairi ziyarete gelen Hers (Kirazalan) köylü Kâtip Hüseyin Efendi’nin, halen Hers köyünde saklanan mûtena bir cöngünde “Muhibbî’nin Âhir Tevarihi”  başlıklı şu parçası, son dörtlüğüyle şairin doğum, şairliğe başlayış ve en son deyişi olduğunu tespit etmesi itibariyle çok değerlidir:  


Nübüvvet nurudur var olan ezel  
Onunla berabar havlette idim.  
Balçıktan yarattı anları güzel  
Âdem Havva ile cennette idim    

Haçan ki olunduk cihana sürgün  
Zâri firak ile kalmıştık ol gün  
Lûtf erişti Haktan biz olduk memnun  
Mabeynde gezerdim vahdette idim  

Emir tebliğ oldu koptu tufan’ı  
Nuh nebi ki oldu Âdem’i Sâni  
En baş kaptan idim açtım yelkâni  
Nebiler yanında hizmette idim.  

İshak ile bir huzurda oturdum  
İbrahim nebiyle ateşe girdim  
Musa’y nice nice Tur’a götürdüm  
Fahrî âlem ile hicrette idim.  

Bin iki yüz otuz dokuzda geldim  
Elli altısında bu bahra daldım  
Seksen dört tarihte yadigâr kıldım  
Muhibbî’yem gör ne devlette idim.  


Bu hastalıktan kurtulamayan Muhibbî, 1868 yılı başında 46 yaşlarında iken Hakk’ın rahmetine kavuştu. O zamanki inanışa göre halk tarafından âşık mezarının bir şifa yeri telâkki edilmesi geleneğine karşı Muhibbî, mezarının muntazam bir şekilde yapılmamasını vasiyet etmişti. Bu nedenle Muhibbî, demircilikte çalıştığı dükkânın yanına defnedildi. Muhibbî’nin yattığı eski mezarlık Köy İhtiyar Kurulunun 1934 yılında aldığı kararla kaldırılmış ama Muhibbî’nin mezarına dokunulmamıştır. 1972 yılında köyün mezralarına gidecek olan yolun yapımı sırasında, Muhibbî’nin mezarı dönemeç yerinde, yüksekçe bir toprak üzerinde kaldı. Zamanla toprağın kayması sonucu yıkılma tehlikesi arzeden mezarına köylüsü M. Adil Özder sahip çıktı. Muhibbî’yi edebiyat dünyasına tanıtan, onun hakkında birçok makale ve üç kitap yazan Özder, köylülerle birlikte elbirliği ile Muhibbî’nin mezarını anıt mezar haline getirdiler. Mezarın mermer bloklarını, M. Adil Özder, Ankara’dan getirdi ve on günlük çalışma sonucu 27 Mayıs 1977 tarihinde anıt mezarın yapımı bitirildi...  

Muhibbî, yaşadığı dönemin en usta âşıklarındandı. Hem kendi döneminde hem de kendinden sonraki dönemlerde pek çok âşığı etkiledi. Kuzeydoğu Anadolu’nun âşıklık geleneğinde kendisine önemli bir yer edindi.  

Muhibbî’nin deyişleri kendi döneminde ve kendinden sonra dillerde dolaştı. Yurdun çeşitli illerine muhacir giden hemşehrileri, gittikleri yerlerde Muhibbî’nin, Keşfî’nin ve diğer Artvin’li şairlerin deyişlerini, türkülerini söylediler. Muhibbî’nin Yandı Ha Yandı redifli yanık türküsünü  de  söylediler. Sıdkî mahlaslı bir âşık da bu türküye nazîre yaptı. Sıdkî’nin bu nazîresi radyo repertuarına alındı ve bir zamanlar en meşhur türkülerden birisi oldu. Fakat türkünün asıl sahibi unutuldu. Bu türkü TRT radyo repertuarında tek dörtlük olarak şu biçimde kayıtlıdır: Türkünün adı: Hasretinden Ahından, Repertuar no: 2271,  Yöre: Zile/Tokat, Kimden alındığı: Sadık Doğanay,  Derleyen: – Doğan Kaya da bir makalesinde bu yanlışa işaret ederek, türkünün asıl sahibinin Muhibbî olduğunu belirmiştir. [2]  

Türkünün aslı şu biçimdedir:  

YANDI HA YANDI [3]
 

Nazlı yârin hasretinden derdinden  
Alıştı* ciğerim yandı ha yandı  
Ateş düştü onun rûy-u mahından  
Titreşti bu canım yandı ha yandı  

İnanmam dünyaya beni kandırmaz  
Yanan yüreğime ahı kondurmaz  
Yedi derya bağlasalar söndürmez  
Cesette imkânım yandı ha yandı  

Muhibbî çekerim derd-i verem ben  
İsterim murada tezden erem ben  
Aslı’ya canından yanan Kerem ben  
İlik damar kanım yandı ha yandı.  


Sıdkî’nin söylediği biçimi ise şöyledir:  


Bir güzelin hasretinden ahından  
Tutuştu her yanım yandı ha yandı  
Âşık oldum onun mah cemâline  
Aşkımdan her yanım yandı ha yandı  

Benim derdim senin derdine paydır  
Bir güzel sevmişem kaşları yaydır  
Saatım gün geçer, her günüm aydır  
Üç yüz altmış beş günüm de yandı ha yandı  

Sıdkî’yam çekmişem gayet zarı ben  
Dilerim ki muradıma erem ben  
Bir hayırsız yâr elinde kaldım ben  
Ağzımda dillerim yandı ha yandı.  



KOŞMA [4]  

Şükür olsun yaradana çok şükür  
Sevdiğim oturmuş yolun üstüne  
Yorulmuş, terlemiş elma yanağı  
Sandım çise vurmuş gülün üstüne  

Benden ne kaçarsın gül yüzlü şahım  
Âsumana çıktı feryad ü âhım  
Yeşil atlas giymiş kaddi surahım  
Gümüş kemer kurmuş belin üstüne  

Muhibbî der kuculacak çağıdır  
Sandım koynun içi cennet bağıdır  
Yel vurdukça sağa sola dağıdır  
Sırma zilfi çifte halın üstüne.  


BU SEVDA [5]  

Dinleyin ahbaplar tarif edeyim  
Yetmiş iki dertten baştır bu sevda  
Yandırır odlara pervane gibi  
Daim sönmez bir ataştır bu sevda  

Felek hisar çekmiş yolum açılmaz  
Bir bülbülüm gonca gülüm açılmaz  
Felek kırdı kanat kolum açılmaz  
Yazı gelmez yaman kıştır bu sevda  

Muhibbî’nin elif kaddin dal eyler  
Ağlatuben göz yaşını sel eyler  
Hicran haddesinden çeker tel eyler  
El sanar ki bir cümbüştür bu sevda.  
KOŞMA [6]  

Cahile eylesem dilden nasihat  
Gûş verip birini tutmaz Efendi  
Âşık olan söyler Hak kelâmını  
Bir sözüne yalan katmaz Efendi  

Ezelden çektiğim ah ü zâr iken  
Sinemizi yakan aşk-ı nâr iken  
Başında pamuklu kavuk var iken  
Şeytan kuru sazda yatmaz Efendi  

Der Muhibbî aklın başına döşür (devşir)  
Gûş et sözlerimi aklını şaşır  
Kış günü tipide borada üşür  
Terk edip bir yana gitmez Efendi.


* Sale, Salih adının köydeki söyleniş biçimidir.

* Bu şiiri, Tavusker nahiyesi köylerinde ele geçen bir cönkte yazılıdır. Erkinis köyünde de bazı kısımları bilinmektedir.

* Arkunes, İriset ve Kârşut, Tavusker nahiyesinin köylerindendir.

[2] D. Kaya; “Türkülerin Derlenmesinde, Kayda Geçirilmesinde ve İcra Edilmelerinde Yapılan Yanlışlıklar”, Folklor/Edebiyat, S. 2001/2, s. 53

[3] M. A. Özder; Yusufelili Muhibbî, s. 9-10. (Zor köylü Keşfî, Muhibbî’nin bu şiirine bir nazire yapmıştır).

* Alıştı: Tutuştu, yandı.

[4] M. A. Özder; Yusufelili Muhibbî, s. 10-11

[5] M. A. Özder; aynı eser, s. 11

[6] Erkinis’te, Muhibbî’nin de bulunduğu bir meclisteki sohbet sırasında bir vaiz (hoca) Muhibbî’ye, “Şeytan âşıkların sazının içine girer ve onları azdırır” deyince, Muhibbî de vaize bu şiirle  cevap vermiş. (M.M. Çaldağ; “Şair-Saz-Vaiz Üstüne”,  Türk Folklor Araştırmaları, S. 124, Kasım 1959).



türkü sitesi - turkuler.com