Türkiye’de “iyi niyetle” bir şeyler yapmak mümkün müdür?
Türkiye’yi “idare eden kadro”lar bu ülkede, iyi-güzel ve doğrudan
yana bir şeyler yaşanmasını/yapılmasını, “gerçekten” arzu ederler
mi, ediyorlar mı?
Geçtiğimiz Haziran ayından itibaren neredeyse 4 ay boyunca
Sivas’ta, uluslararası nitelikte ve Türkiye’de ilk kez yapılacak
olan bir “bağlama festivali”nin hazırlık çalışmalarını, “festival
sanat danışmanı” sıfatıyla, “gönüllü” olarak yürütmekteydim. Yola
çıkışım, Cumhuriyet Üniversitesi Müzik Eğitimi Bölümü öğretim
görevlilerinden Zekeriya Kaptan’ın Ankara’ya gelip, üniversite
adına böyle bir festival düzenleme düşüncesiyle başlamıştı.
Zekeriya Kaptan, buluştuğumuz kafede heyecan ve umutla bana,
gerçekleşmesini çok arzu ettiği bağlama festivalinden söz ediyor,
üniversite yönetiminin projeye olumlu yaklaştığını belirtiyor ve
benden de bu projeye her anlamda “destek” vermemi istiyordu.
Açıkçası yıllardır özlemini çektiğim böyle bir fikre, ben de çok
sıcak baktım ve neler yapılabileceği üzerine düşünce ve
önerilerimi sıraladım.
Önerilerim arasında, böyle bir etkinliğin Sivas’ta yalnızca
üniversite bünyesinde değil, şehrin tümünü kucaklayacak bir
şekilde düzenlenmesi geliyordu. Cumhuriyetin kuruluşunda 4 Eylül
Kongre’siyle tarihimize çok önemli bir katkı sağlamış bulunan
Sivas, 2 Temmuz olaylarıyla bambaşka bir konum kazanmıştı. O
inanılmaz katliamda yitirilenler, aslında Türkiye’nin nasıl
karanlık bir yolda ilerlediğini gösteren bir diğer kilometre taşı
olmuştu. Belleklerimizde hala bütün sıcaklığıyla duran 2 Temmuz
olaylarının, aslında cumhuriyete ve çağdaşlaşma idealine sahip hiç
kimsenin asla unutmaması gereken bir utanç ve ibret vesilesi
olduğu bir gerçektir. Her yıl o dehşet olayın unutulmaması için
Madımak Oteli’nin bir müze haline getirilmesi adına yapılan
eylemler, yaşadığı ülkeyi seven bir aydın olarak gerçekten
yüreğimi burkmaktadır. Ama Sivas’a gidip de bugün hala o korkunç
olayın yaşandığı otelin bırakın müze olmasını, altında bir
“İskenderci”nin (!) bulunduğuna tanık olmak, insanı gerçekten
dehşete düşürmekte, “mahalle baskısı” denilen sosyolojik olgunun
nasıl “tehditkar” olabileceğine dair çok iyi bir örnek teşkil
etmektedir.
Sonuçta ulusal sesimiz olan bağlamayla, tüm Türkiye için önemli
bir sahiplenme ve barış mesajı olabilecek bu projeyi ben de
destekledim ve konuyu valilikle görüşmek üzere, Sivas’a gittim.
Amacımız, Sivas’ın kendisinin de artık bir “bilinç” noktasında
olduğunu görebilmek ve böyle bir projenin yalnızca Sivas’a değil,
tüm Türkiye’ye nasıl önemli mesajlar verebileceğinin bizzat
Sivas’ın yerel yöneticileri tarafından anlaşılmasını
sağlayabilmekti. Nitekim valilikte, vali yardımcısı ile yapmış
olduğumuz ilk görüşme, İl Kültür Müdürü’nün “Türk Sazı Bağlama”
vurgulamasının yarattığı anlamsız kompleks dışında, oldukça olumlu
geçmiş ve hatta festival için hemen “hazırlıklara” da
girişilmişti. Benim önermiş olduğum program, yalnızca konserlerden
oluşmamaktaydı. İstiyordum ki bağlama için Türkiye’de ve yurt
dışında araştırmalar yapan ve alanında otorite konumundaki
akademisyenler ve araştırmacılar panellerde buluşsunlar, önemli
icracılar “workshop” ve “masterclass”lar aracılığıyla, bağlamaya
ilgi duyanlarla bir araya gelsinler. Bağlamayı aynı zamanda
bilimsel yönüyle ele alabileceğimiz, tartışabileceğimiz ve
bilgilenebileceğimiz bir ortam yaratabilelim. Bu amaçla
Türkiye’nin önde gelen bilim adamları, akademisyenleri ve
sanatçılarından oluşan son derece saygın ve birbirinden değerli
isimleri, bu festival vesilesiyle bir araya gelsinler ve
etkinliklere katılan herkes, hem orada bulunmanın hazzını yaşasın
hem de Türkiye, Sivas’ın artık “başka” bir anlayışın eşiğinde
olduğunu görme imkânına kavuşsun.
Bu ilk görüşmenin hemen ardından Vali Bey’in imzasıyla benim
belirlemiş olduğum katılımcı ve davetli listesinde yer alan
isimlerin tamamına, 23-25 Ekim tarihlerini kapsayacak 3 günlük bir
festival davet yazısı gönderildi. Kimler yoktu ki bu listede:
Prof. Dr. Yalçın Tura, Prof. Dr. Ertuğrul Bayraktar, Musa Eroğlu,
Talip Özkan, Mehmet Erenler, Yavuz Top, Arif Sağ, İhsan Öztürk,
Erkan Oğur, İsmail Demircioğlu, Bengi Bağlama Üçlüsü (Okan Murat
Öztürk, Özay Önal, Erdem Şimşek), Cengiz Özkan, Erol Parlak, Çetin
Akdeniz, Erdal Erzincan, Prof. Dr. Şehvar Beşiroğlu, Ersu Pekin,
Fikret Karakaya, Oğuz Elbaş, Prof. Dr. Yetkin Özer, Prof. Dr.
Cihat Can, Prof. Dr. Hakan Cevher, Prof. Dr. Ahmet Turanlı, Doç.
Dr. Yavuz Daloğlu, Yard. Doç. Dr. Erdal Tuğcular, Yard. Doç Dr.
Can Karahan, Dr. Ayhan Sarı, Yard. Doç. Dr. İ. Yavuz Yükselsin,
Öğr. Gör. Savaş Ekici, Dr. Cenk Güray Türkiye’den katılanlar
arasındaydılar. Yurt dışından ise Hans de Zeuuw (Hollanda), Mansur
Bildik (Avusturya), Irene Markoff (Kanada), Jerome Cler (Fransa),
Adil Arslan (Almanya) gibi isimlerin davet edilmeleri
öngörülmüştü. Nitekim bu isimlerin büyükçe bir bölümünü ben bizzat
arayarak, projeden ve projenin Türkiye’ye kazandırabileceklerinden
detaylı bir şekilde söz etmiştim. Ne yalan söyleyeyim, görüştüğüm
kişilerin birçoğu, projeden heyecan duyduklarını belirtmekle
beraber, Sivas’a dair kaygılarını da dile getirmekten geri
durmamışlardı. Ancak benim ısrarlı ve heyecanlı bir üslupla
projeyi gerçek anlamda sahiplenen ve savunan tutumum karşısında da
can-ı gönülden katılmayı kabul ettiler. Böylece Temmuz ve Ağustos
ayları geçti. Eylül ayına gelindiğinde projeyle ilgili olarak
yeniden bir toplantı yapma gereği hasıl olmuştu. Çünkü artık
programın ve katılımcı listesinin kesinleştirilmesi ve tüm
detayların bütçelendirilmesi gerekiyordu. Ancak bu aşamada,
Cumhuriyet Üniversitesi’ne, diğer pek çok üniversitede olduğu gibi
yeni bir rektör “atanmıştı”. Valilikte de, benim ilk görüşmeleri
yapmış bulunduğum vali yardımcısı farklı bir görev bölgesine tayin
olmuş, onun yerine de yeni bir vali yardımcısı atanmıştı. Böylece
proje, gerçekleştirilmesine neredeyse bir ay kala, tam anlamıyla
“sıfır” noktasına gelmişti. Yani her şeye yeniden başlamak
gerekiyordu. Tüm bu olumsuzluklara rağmen ben, Vali Bey’in
projenin arkasında durduğundan her anlamda emindim. Çünkü Sayın
Vali, aynı zamanda bağlamayı çok seven ve projeye de başından beri
çok olumlu bakan biriydi. Zaten başlangıçta yalnızca üniversite
ile yapılması düşünülen bu festivalin organizasyonu, Vali Bey’in
sahiplenmesiyle, Sivas Valiliği’nce üstlenilmiş durumdaydı artık…
İdealist insanlar kolay kolay umutsuzluğa kapılmazlar! Ben de bir
idealist olarak, 11 ve 12 Eylül tarihlerinde (tarihlerin
talihsizliği ortadayken!) Valilikte yapılan görüşme ve
toplantılarda, projenin gerçekleştirilebilmesinin “zor”a girdiğini
bizzat tanık oldum. Nitekim 12 Eylül günü Valilikte, Sayın
Vali’nin başkanlığında gerçekleştirilen toplantı festivalin
Sivas’ta yapılamayacağını anlamamı sağladı. Bu toplantıdan bir gün
önce, yeni gelen Vali Yardımcısı ile birlikte, Sivas şehir
merkezinde bulunan kültür merkezi ile üniversitedeki kültür
merkezinde bulunan etkinlik mekanlarını gezmiş, programın
detaylarını, mekansal ve teknik imkanlar anlamında yerinde
incelemiştik. Bu olumlu hava içinde 12 Eylül’deki toplantıya
girdiğimde ise, toplantıya katılanlar itibariyle bir şeylerin
yolunda gitmeyeceğini/gidemeyeceğini bizzat görmüş bulundum.
Toplantıya Vali Bey başkanlık ediyorlardı. Kültür-sanat
konularıyla ilgilenen vali yardımcısı da toplantıda bulunmaktaydı.
Toplantıya katılan diğer görevliler ise şunlardı: İl Genel Meclisi
Üyesi, İl Kültür Müdürü, İl Milli Eğitim Müdürü, Belediyeyi
temsilen bir yetkili, Üniversite rektör yardımcısı ve bir diğer
üniversite yetkilisi, valilik festival organizasyonunda görevli
çalışanlar, ben ve projenin fikir babalığını yapan Öğr. Gör.
Zekeriya Kaptan ile Öğr. Gör. Duygu U. Yılmaz.
Vali Bey, toplantının açılışında aslında çok “geç kalınmış” bir
konuşma yaparak, festivalin önemini katılımcılara açıklamaya
çalıştı ve finansman bakımından organizasyon için ihtiyaç duyulan
bütçeden söz ettiler. Hemen ardından da festivalin
organizasyonuyla ilgili detaylar için bana söz verdiler. Ben,
toplantıya katılanlara, festivalin hangi amaçla ve neden Sivas’ta
yapılmasının düşünüldüğünü tüm boyutlarıyla anlattım. Karşımdaki
yüzlerin hiçbirisinde, bizlerin yüzündeki heyecan ve sorumluluk
duygusundan eser yoktu. Ben tam da o sırada anlamış bulundum, bu
festivalin, “asla” Sivas’ta yapılamayacağını! Çünkü o toplantıda,
Türkiye’nin gerçek anlamda “parçalanmış” yüzüyle “bir kez daha”
karşılaşmış oldum. Türkiye’de birkaç idealist insan tümüyle
yurtsever duygularla düşünce, proje üretirlerken, mevki-makam
sahibi olan diğerleri, istiflerini bile bozma gereği
duymuyorlardı. O muhteşem İl Kültür Müdürü olan zat, benim bütün
söylediklerime sadece festivali izlemeye gelenlerin “slogan” atıp,
“pankart açabilecekleri” ihtimalini ekleme gereği duymuştu! Onun
için böyle bir etkinlik, Sivas’ta asla düzenlenmemeliydi. Bağlama
sadece “aşıklar bayramı”nda “milli duyguları” canlandıracak tarzda
Sivas’ta çalınabilirdi. Öyle uluslararası bağlama festivali,
konserler, paneller, workshoplar, masterclasslar filan… Hiç gerek
yoktu böyle şeylere…
Sonuçta ne mi oldu? Tabii ki “bütçe bulunamadığı” gerekçesiyle
bağlama festivali, Vali Bey tarafından “iptal edildi”!
Ben hala kendi adıma inanmak istemiyorum ama Türkiye’yi her
anlamda “yitirdiğimizi” düşünüyorum artık. Türkiye’nin şehirleri,
birer birer cumhuriyet değerlendiren uzaklaşarak koyu bir
gericiliğin uçurumuna yuvarlanıyor. Mustafa Kemal’in ileri
görüşlülüğünden öylesine uzaktayız ki… Geçen her gün, tıpkı
evrenin genişlemesi gibi, çağdaşlaşma idealinden biraz daha
uzaklaştığımızı çok net görebiliyorum. Ama ne olursa olsun şu
tarihsel gerçek de galiba değişmiyor: Milletler veya toplumlar,
layık oldukları şekilde yönetiliyorlar!
Bu arada sizlere Sivas’la ilgili küçük bir not vermek isterim.
Bağlama festivaline para bulamayan belediye, “halkı eğitmek için”
Sivas’ın kaldırımlarına LCD televizyon ekranları döşemiş durumda!
Yanlış okumuyorsunuz. Sivas’ın kaldırımlarında, LCD televizyonlar
var!
Ne hoş bir “çağdaşlık” göstergesi değil mi?!
Tabii insan düşünmeden edemiyor: Hani derler ya “Ayranı yok
içmeye…”
*Sanatçı, Öğretim Görevlisi |